Ta Sokrat (m.ö. 470-399) ve Çiçeron’dan (m.ö. 106-43) itibaren kullanılagelen ve Kur’an-ı Kerim’in de tasvib ettiği gaiyyet delili İslâm tefekkür tarihi boyunca da kullanılmış, son zamanlara kadar hakkında müstakil risaleler yazılmış ve garbın ilâhiyatçıları değilse de43 son asır
mütefekkirlerinin çoğu tarafından da beğenilmiştir. İbn Rüşd’ün (v. 595/1198) "hikmet" ve "inayet" diye isimlendirdiği bu delil o kadar vazıhtır ki, onun deyişiyle "vuzuh nokta-i nazarından güneşin hisse nisbeti nasıl ise, onun da akla nisbeti öyledir"44. İmkân ve hudus delillerinin kelâm tarihinde aldıkları şekillerle halk için faydalı olamadıklarını söylemiştik. Fakat gâiyyet delili böyle değildir. Hikmet ve kudreti sonsuz olan ulu Yaratıcının bunca yaratıklarında her kesin görüp sezebileceği nice hikmet mevcuddur. Bu delil malzemesini duyular âleminden alır. "inayet, hikmet, itkân ve nizam" terimleriyle de anılan gâiyyet, hem avamı hem de keyfiyet ve incelik yönünden bilginleri tatmin edici mahiyettedir. Bununla beraber gâiyyet deliline de bazı itirazlar yapılmıştır. Hatta son asırlarda bütün hıncıyle tekrar sahneye çıkan maddeciliğin karşısında, delilimiz, bir çok tenkidlere ma’ruz kalmıştır. Garp mütefekkirleri tarafından yapılan bu itirazları ve bunlara verilen cevapları kısaca özetliyelim:
Bazı ilâhiyatçılar beşer aklının ilâhî hikmetleri kavrıyamıyacağını, Allah’ın fiillerinde, iradesini bir nevi sınırlandırıcı gayeler aramanın doğru olamıyacağını söylemişlerdir. Halbuki ilâhî hikmetlerin hepsini olmasa bile bir kısmını insan aklının idrak etmesi mümkündür. Bu hikmetlerin, tabiata tevdi edilen bu sırların, ilim ilerledikçe daha da iyi anlaşıldığı bir gerçektir. İlâhî fiillerin hikmetli oluşu Allah’ın iradesini hiç bir zaman sınırlandırmaz45. Gâiyyet delilini mantıkî bir kıyasla ifade edelim: – Kâinat birbirine uygun bir sebepler ve gayeler sistemi arzeder (küçük önerme). – Sebepler ve gayeler manzumesi olan her şey, âlim ve âkil bir illetin eseridir (büyük önerme). – O halde kâinat âlim ve âkil bir müessirin eseridir ki bu, Allah taâlâdır (netice). Bu delilde birinci önerme tecrübe ile sabittir. Bizim tanıyabildiğimiz bilhassa canlılar âleminde bütün sebep ve vasıtaların muayyen gayelere göre yaratıldığını ve bu gayelere uygun olarak da çalıştıklarını görmekteyiz. Nebat, hayvan ve insandan hangi tür olursa olsun, gerek kendi dahilî bünyesi, gerek çeşitli fonksiyonları ve gerek diğer türlerle olan münasebetleri hayret verici bir sebep-gâye nizamını ve fevkalâde bir ahengi isbat eder. Büyük önermeyi teşkil eden ikinci mukaddimeye gelince, bu da sebebiyet ve illiyet prensibinin bir neticesidir. Ortada illet ve gayeleri, yani sebep ve neticeleri arasında fevkalâde ahenk bulunan bir sistem (tabiat) vardır. Bu sistemde illetler belirli gayeleri meydana getirecek tarzda hazırlanmış ve ayarlanmıştır. Peki, bu illetleri gayeye uygun bir şekilde kim hazırlamaktadır? Gayenin kendisi mi? Oysa ki gaye henüz yoktur,
gerçekleşmemiştir. Demek ki şuur sahibi (âlim ve âkil) bir müessir vardır ki, illetleri, henüz gerçekleşmemiş bulunan muayyen bir gayeye göre ayarlıyor. 1) Biraz önce mantıkî bir kıyas şeklinde ifadelendirdiğimiz gâiyyet delilinin gerek mukaddimelerinin her birine ve gerek neticenin mukaddimelerle olan nisbetine itiraz edilmiştir. Tabiatın birbirine bağlı ve yekdiğerine uygun bir sebepler ve gayeler sistemi arzettiği fikrine Descartes (1596-1650 m.) itiraz ederek der ki: Allah’ın, âlemi yaratırken hangi gayeleri takibettiğini bilemeyiz. Bizim gayeye uygun zannettiğimiz illetler hep kendi tasavvurlarımızdır, bunlar bir faraziyeden öteye geçemez. İnsanlar özellikle varlıkların haricî gayelerini, yani bir çok eşyanın tabiat içinde ne için yaratıldığını ve ne işe yaradığını bilemezler.
Meselâ engerek yılanının bütün organlarının ve bunların fonksiyonlarının kendisini koruma gayesine matuf olduğunu anlıyoruz, fakat engerek yılanı tabiat içinde ne işe yarar, ne fayda sağlar, bilemiyoruz. Descartes’ın bu itirazına şöyle cevap verilmektedir: Evet, bazı şeylerin gayelerini bilemiyoruz. Fakat bu bilmeyişimiz gâî illetlerin mevcudiyye- tini ortadan kaldırmaz. Ne olursa olsun biz, gözlerin görmek, kulakların işitmek, duyuların dış dünyadan haber almak için yaratılmış olduğunu katiyetle biliyoruz46, ilim ilerledikçe tabiatta faydasız ve gayesiz gibi görünen bir çok şeyin önemli görevler yaptığını anlıyoruz. 2) Eski filozoflardan Epikürcüler ile yenilerden Tekâmülcüler de tabiatta gâiyyetin mevcud olmadığını söylemişlerdir. Epikürcülere göre fail illet bulunan yerde gâiyyet aramak abestir. Kuş uçmak için kanadlara mâlik değildir, kuş kanatları olduğundan uçar. Boirac buna şöyle cevap veriyor: Evet, kuş kanatları olduğundan uçar, çalar saat da saat tası olduğundan çalar. Fakat kanatlar ve saat tası uçmak ve çalmak için (illet-i gâiyye) değilse ne için vardır? 3) Darwin (1809-1882 m.), Spencer (1820-1903 m.) ve Haeckel (1834-1919 m.) gibi tekâmülcüler de: canlılarda gâiyyet gibi görünen şey, aslında bir yaşama mücadelesi (rekabet = concurrence) ve tabii bir ayıklama (ıstıfâ = selection) dan ibarettir, derler. Hayat mücadelesinde zayıflar ayıklanır, yok olur, kuvvetliler kalır. Tabiatın çeşitli çevrelerinde yaşayan canlılardan çevreye en iyi uyabilenler kalır, diğerleri ayıklanır. İşte bize gaye gibi görünen şey bu mücadele ve bu ayıklamadan ibarettir. Tekâmülcülerin bu faraziyesi çevreye uyan canlıların kalabildiklerini izah etmekle beraber canlılardaki bu intibakın nereden geldiğini anlatamamaktadır. Bunun menşei tesadüfe bağlanamaz. Yaratılıştan beri böyle sabit, bu derece devamlı bir tesadüf kabul etmek akla sığacak bir şey değildir. Şayet bunun kaynağı hayatta mevcud olan bir kanun ise ve bütün canlılar var olmak ve kalabilmek için bu kanunun şartlarına uymaya mecbur ise işte bu kanun, gâî illetlerden başka bir şey değildir
4) a) Meşhur Alman filozofu Kant (1724-1804 m.) gâiyyet delilinin büyük önermesine ve neticeye itiraz etmiştir. Bir defa sebepler ve gayeler manzumesi olan her şeyin şuurlu bir müessirin eseri olması zarurî değildir. Nasıl ki insanın bilgisi bir gayenin en güzel vasıtalarını buluyorsa, hayvanlardaki içgüdü (sevk-ı tabii) de bu vasıtaları ta yin edebilir. Sonra, şöyle de düşünmek mümkündür: Tabiat, ya ilim yahut içgüdü ile icrayı tesir eden bir çok illetler tarafından bir nizam içinde idare edilmiş olabilir. Kant’ın bu iki görüşü de sağlam değildir. Diyelim ki hayvan sadece içgüdüsüyle gayesine erişiyor. Fakat bu içgüdünün de izahı gerekir. Hakikatte içgüdü de gâiyyet plânına tâbidir. Hayvan ulaşmak istediği gayeyi bilmediğine göre bu gaye nasıl olur da, kendini gerçekleştirici vasıta ve fiilleri gerektirici olur?
Hayvan için bilinmeyen bu gayenin, hayvanî faaliyete sevkeden illet tarafından bilinmesi gerekir. O halde illet şuurludur. İlletlerin bir mecmua olması da düşünülemez. Zira muayyen bir gayeyi gerçekleştirmek için onların ittifak halinde olmaları gerekir. Şuursuz kabul edilen bu illetler elbette birbirlerinden habersizdirler. O halde ya böyle bir şey yoktur, veya bunlar şuurlu bir tevcih edici tarafından muayyen bir plâna göre idare edilmektedir. b) Kant’ın, neticenin mukaddimelerle nisbetine ait itirazı da şöyle: Netice mukaddimeleri geçmektedir. Birinci ve ikinci önermeden, olsa olsa kâinatın bir nâzımı bulunduğu neticesi çıkarılabilir; bunun halik olduğunu söylemek mukaddimelerde olmayanı neticede iddia etmektir. Sonra âlemin nizamında eksiklikler de yok değildir. Bu sebeple mevcudiyeti isbat edilen zatın sonsuz kemale sahib olmadığı anlaşılmaktadır. Kant’ın bu itirazları da cevaplandırılmıştır: Âlemin nizamı, insan eliyle meydana getirilen san’at eserlerindeki ahenk ve nizama benzemez. Âlemdeki nizam eşyanın bizzat kendisinden çıkar, ondan ayrılmaz. Binaenaleyh âlemi yaratan ile ona nizam ve ahenk veren (hâlık ve nâzım) aynı varlıktır, bunlar ayrı ayrı düşünülemez. Âlemde eksiklik bulunduğu ve müessir illetin ekmel olmadığı itirazı da yersizdir. Çünkü âlem için bir ilk sebep kabul ettikten sonra, onun kemal ve kudretini sınırlandırmak için elimizde her hangi bir mikyas yoktur. Kant’ın ve diğer münekkidlerin itirazları, olsa olsa gâiyyet delilinin yalnız başına tam ve kâfi gelmediği, onun yanında başka delillerin de bulunmasının gerektiği neticesini verebilir47. Bununla beraber Kant bu delilin daima hürmetle yâdedilmesinin lâzımgeldiğini söylemiştir48. 5) Şer problemi: Hikmet ve inayet delili adını da alan gâiyyet deliline karşı yapılabilecek en önemli bir itiraz da kâinatta şerrin bulunuşudur, içinde yaşadığımız tabiat, kabul edelim ki, bir sebepler ve gayeler sistemi arzetmete, hikmet ve kudretle nizam ve ahenk içinde idare edilmektedir. Ve bu, yüce Yaratan’ın lütuf ve inayetiyle olmaktadır. Fakat dünyada şerrin, kötülüğün, elemin, sefalet ve zulmün bulunduğunu kim inkâr edebilir? Madem ki Allah sonsuz lütuf sahibidir, cömert (cevâd) tir, niçin şerri yaratmıştır; yaratmışsa neden onu yok etmiyor? Eğer yok edemiyorsa kudreti nakıs demektir. Tabiatta görülen serlerin bir kısmı, yaratılmışın, (yaratan değil de) yaratılmış olması sebebiyle tabiî özelliğidir. Eğer yaratılmışta hiç bir eksikliğin bulunmamasını istiyorsak, o takdirde, Allah’ın onları tam ve ekmel, gayrı mahdud, gayrı fânî yaratması gerekirdi.
Bu vasıflara sahip bulunan, yaratılmış olmaz, yaratan olur. Bir şey mahlûk mu, onda mutlaka noksan bulunacaktır. Mutlak kemal Allah’a aittir. Ya, “Allah olmalı, başka hiç bir şey olmamalıydı” diyeceğiz ki, buna her halde kimse razı olmaz, veya mahlûktaki eksiklikleri kabul edeceğiz. Bir de manevî kötülük dediğimiz günahlar vardır. Bunlar Allah’a izafe edilemez. Hür olan, iradesini iyiye de kötüye de kullanabilecek şekilde yaratılan insanın kendi hatalarıdır.
Maddî şerre gelince, bu, vücûdun esem çekmesidir. Lezzet ve elemin, iyi tedkik edildiği takdirde, insan eliyle meydana geldiği anlaşılır. Çünkü lezzet tabiat kanunlarına uymak, elem de onlara karşı çıkmaktan doğar. Bu ise, insan ihtiyarına bırakılmıştır. Şunu da söylemeliyiz ki pek mahdud görüşümüz ve çok kısa ömrümüzle hangi şeyin hayır, hangisinin şer getireceğini tam olarak tesbit etmemize imkân yoktur. Çocuk küçükken kendine göre elem duyar, ağlar; göz yaşlarına bakan baba ise güler. Baba katı yürekli ve zâlim midir? Diğer yönden erginlik çağına giren çocuk, eski küçüklük hâtıralarına ve elemlerine herkesten önce yine kendisi güler. Dünyada şer, eksiklik olmasa hareket olmaz, hürriyet bulunmazdı. Böyle bir hayatın ne zevki olurdu! Ne fazilet kazanma gayreti, ne sevgi ve ne korku bulunurdu! Yani hayat olmazdı49. Görüldüğü üzere gâiyyet ve nizam delili hakkında yapılan itirazlar önemli bir değer taşımaz. Bunların hiç biri delilimizi redde muktedir değildir. Olsa olsa akla gelen bazı ihtimaller, arız olan şüphelerdir. Selim yaratılışını koruyabilmiş, aksi tesirlere maruz kalmamış bir insan, kâinatın ve onu idare eden şaşmaz kanunların nizam ve ahengi karşısında büyük gerçeği tereddütsüz kabul edecektir.
Çeşitli şartlarla kayıtlanmış bulunanlara gelince, onlar bütün maharet ve bilgilerini de kullansalar ulu Yaratan’ı inkâr edemiyeceklerdir. Belki talî derecede bazı şüpheler serdedecekler, belki onun sıfatlarında eksiklik düşünücekler. Heralde kemal düşüncesi ve müsbet görüş, zoraki ve huzursuzluk kaynağı olan menfiden ve eksiklikten üstündür. Araştırmamızın üçüncü bölümünde görüleceği üzere gâiyyet ve nizam delili müsbet ilim çağında da değerini bilginlere kabul ettirmiştir, insanoğlu ilmi arttıkça, kâinatın esrarını çözdükçe Yaratıcı’sına karşı olan hayranlığını gizliyememiştir. Allah’ı tanımak için sofiyyenin kabul ettiği keşf yolu hakkında, yukarıda söylenenlerden başka (bk. s. 133 vd.) burada ilâve edilecek bir şey yoktur.
Materyalist ateizmin yükselişiyle, tasarım delil(ler)inin geçersiz olduğu, evrenin tesadüflerin neticesinde meydana geldiği görüşü oldukça taraftar bulmuş ve tasarım delili eski popülerliğini kaybetmiştir. Fakat özellikle 20. yüzyılda fizik alanında gerçekleştirilen bilimsel gelişmeler, bu delilin yeniden canlanmasına sebep olmuştur. Modern bilimin verileriyle, dünyadaki canlılığın oluşmasını evrendeki çok çok hassas ayarlara (fine tuning) borçlu olduğumuzu öğrendik. Bu yeni verilere dayalı tasarım delilleri, sırf analojilere (benzetmelere) dayanmamakta, olasılık hesabı gibi matematiksel yaklaşımlarla ifade edilebilmeleri de mümkün olmaktadır.41 Kitabın bu bölümünde, bu hassas ayarlardan doğa yasaları ve sabitlerle ilgili olanlara dikkat çekilip “yasaların ve sabitlerin hassas ayarı delili” savunulacaktır. Burada ele alınan hassas ayarlar evrene içkin, evrenin her bölgesinde aynı olan özellikler olduğu için, bu şekildeki özelliklerin tasarlanmış olması aslında evrenin kendisinin tasarlanmış olması, yani yaratıldığı anlamını da taşımaktadır. Bu argüman şu şekilde sunulabilir:
1. Evrende canlılığın oluşması doğa yasalarındaki ve sabitlerindeki çok hassas ayarlara bağlıdır.
2. Doğa yasalarındaki ve sabitlerindeki bu hassas ayarların varlığının açıklamasını ya teizm ya da materyalist-ateizm yapabilir.
3. Teizm doğa yasalarındaki ve sabitlerindeki hassas ayarları materyalist-ateizmden daha iyi açıklar.
4. Sonuçta teizm materyalist-ateizme tercih edilmelidir. İlk olarak argümanın birinci maddesinde ifade edildiği gibi doğa yasalarında ve sabitlerinde çok hassas ayarlar olduğuyla ilgili önermeyi ele alalım.
20. yüzyıldaki bilimsel gelişmeler sayesinde bahsedilen hassas ayarların varlığı öğrenildi. Doğa yasalarındaki ve sabitlerindeki hassas ayarlara şu beş maddede sayılanlar örnektir:
1. Yerçekimi kuvveti yasa olarak var olmasaydı canlılık oluşamazdı. Aynı zamanda yerçekimi kuvveti (“G” harfiyle ifade edilen evrensel yerçekimi kuvveti sabiti) daha şiddetli olsaydı, tüm yıldızlar bu kuvvetin gücüne direnemeden kara deliklere dönüşürdü. Eğer daha zayıf olsaydı, kimya tablosundaki elementlerin çoğunu oluşturacak yıldızlar oluşamayacaktı. Her iki durumda da canlılık mümkün olmazdı.
2. Güçlü nükleer kuvvet çekirdekteki proton ve nötronları bir arada tutar. Bu kuvvet olmasaydı canlılık olamayacağı gibi bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı hidrojen dışında hiçbir atom, dolayısıyla canlılık oluşamazdı. Bu kuvvetin şiddetinin farklı olması da yine bütün süreci bozardı.
3. Elektromanyetik kuvvet daha şiddetli olsaydı kimyasal bağların oluşumunda sorun çıkardı. Eğer daha zayıf olsaydı da kimyasal bağların oluşumu sorunlu olurdu ve canlılık için mutlak gerekli olan atomlar oluşamazdı.
4. Zayıf nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsaydı canlılık için gerekli süreçler olumsuz etkilenirdi. Eğer bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı da yıldızlardaki ağır elementlerin oluşumu olumsuz etkilenecekti ve canlılık oluşamayacaktı. 5. Hayat için gerekli atomlardan en önemli ikisi karbon ve oksijendir. Bu atomlardan karbonun oksijen atomunun rezonansına oranı daha yüksek veya daha düşük olsaydı, bu atomların yıldızların içindeki oluşum süreçlerinde çıkacak sorunlardan dolayı canlılık için gerekli oksijen ve karbon atomları oluşamazdı.42
Doğa yasaları ve sabitler evrenin her yanında aynı şekilde geçerli olan özelliklerdir, yani bunlar evrenin her bölgesine içkin olan özelliklerdir. Evrene içkin bu özelliklerin nasıl var olduğunun açıklamasını ancak evrenin nasıl var olduğu hakkında açıklama sunan kuşatıcı yaklaşımların yapması mümkündür. Daha önce de gördüğümüz ve bu argümanın ikinci maddesinde de ifade edildiği bu hususta rakip iki görüş teizm ve materyalist-ateizmdir. Bu argümanda materyalist-ateistlerin itirazlarını yöneltecekleri madde üçüncü maddedir. Bu maddenin doğruluğu gösterilirse dördüncü madde olan sonuçta ifade edildiği gibi “teizmin materyalist-ateizme tercih edilmesi gerektiği” mantığın gereği olarak çıkmaktadır. Üçüncü maddenin doğruluğunu göstermek için eğer teizm doğruysa evrendeki hassas ayarların beklenir olduğunu, eğer materyalist-ateizm doğruysa böylesi hassas ayarları beklenir kılacak bir unsurun mevcut olmadığını anlamak yeterlidir. Materyalist-ateizm doğruysa hassas ayarların olmamasının beklenir olduğunu bile göstermeye gerek yoktur ama bu da gösterilebilirse elbette ki argümana katkı sağlar. Öncelikle hassas ayarların ne kadar hassas olduğunu idrak etmek bu konudaki verilerin çarpıcılığını anlamak için önemlidir. Örneğin bu tip hassas ayarlardan sadece biri olan zayıf nükleer kuvvetin şiddetindeki 10100’de 1’lik değişiklik bile canlılığın ortaya çıkması için gerekli moleküllerin oluşumunu imkânsız kılar.
Bu arada 10100 sayısının neye karşılık geldiğini iyice kavrayamazsak bunun ne kadar hassas bir ayar olduğunu anlayamayız. Bir santimetre karelik ufak alanda milyarlarca atom vardır ve bu atomların içinde proton, nötron ve elektronlar bulunur; buradan bu parçacıklardan dünyamızda ne kadar çok olduğunu hayal edebilirsiniz. Bunun yanında ortalama bir yıldız gezegenimizden kat kat büyüktür ve galaksimizde yüz milyarlarca yıldız ve bunların çevresinde trilyonlarca gezegen mevcuttur, galaksimizde yüz milyarlarca yıldız olduğunu ve evrende yüz milyardan fazla galaksi olduğunu düşünün ve bunların hepsinde ne kadar çok atom ve bu atomları oluşturan proton, nötron, elektron gibi parçacıklar olduğunu da hayal edin. Hassas ayarlardan sadece birini ifade etmek için kullandığımız 10100’de 1 oranının, bütün evrendeki bütün proton, nötron, elektron ve hatta bunların sayısından çok daha fazla olan fotonların (ışık parçacıklarının) toplamından çok daha büyük bir sayının içinden belirli tek bir tanesinin seçileceği bir oranı ifade ettiğini hatırlarsak ne kadar olağanüstü bir hassas düzenlemeyle karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliriz.
Böyle bir olasılığın ne demek olduğunu şöyle bir örnekle anlatmaya çalışayım: Dünyanın bütün çöllerinde, plajlarında ve okyanuslarında var olan bütün kum tanelerinin içine bir tek kum tanesini sakladıktan sonra, tüm bu kumlardan rasgele bir şekilde bir kum tanesi çeken kişinin, saklanan bu tek kum tanesini bulma olasılığının bile ne kadar düşük olduğunu hepimiz anlayabiliriz. Bir de uzaydaki bütün proton, nötron, elektron ve foton parçacıklarının içinden belirli tek bir parçacığı, tek çekilişte bulmaya canlılığın ortaya çıkmasının bağlı olmasını ele alalım; işte bunun olasılığı bile sadece zayıf nükleer kuvvetin canlılık için gerekli değeri almasındaki hassas ayarı ifade eden 10100’de 1’den daha yüksektir. Üstelik 10100’de 1 olasılık, mevcut birçok hassas ayardan sadece birisini göstermektedir.
Evrende mevcut olan bu hassas ayarların hepsinin birden gerçekleşmesiyle ancak canlılığın mümkün olduğuna dikkat edilmelidir; çünkü bunlardan birinin eksiltilmesi bile canlılığın oluşumunu imkânsız kılmaya yetmektedir. Olasılık hesapları açısından, bu tip durumlarda, bütün olasılıkların çarpımının, amacın gerçekleşmesinin olasılığını verdiğini unutmamalıyız.
Bu argümanda ortaya konan değerlerin fiziki bir zorunlulukla oluşmuş olmasının mümkün olup olmadığı sorulabilir. Bahsedilen hassas ayarlardan incelediğimiz zayıf nükleer kuvveti ele alalım. Zayıf nükleer kuvvet diye bir kuvvetin var olduğu durumda bile bahsedilen şiddetteki hassas ayarın değerinin farklı olabileceğini düşünebiliriz; bu durumda canlılık için gerekli ortam oluşamazdı. Nitekim fizikçiler tamamen aynı yasalar altında işleyen ama farklı değerlerdeki sabitlere sahip evrenler olabileceğini hayal etmektedirler. Yani evrendeki sabitlerin bu değerlerde olması fiziki bir zorunluluk olarak gözükmemektedir. Fakat eğer bu değerlerin fiziki zorunluluk olduğu söylenebilir olsaydı da bu, burada ileri sürülen argümanı reddetmenin bir sebebi olamazdı. Mantıken olması mümkün çok geniş değerler kümesinden canlılığın varlığını mümkün kılacak şekilde çok hassas değerlere sahip bir evrenin fiziki zorunlulukla bu değerlere sahip olmasının da en iyi açıklaması bu fiziki zorunluluğun bilinçli bir şekilde tasarlanmış olması olurdu
Bazen bu dünyada canlılık oluşmasa da başka bir dünyada canlılığın oluşmasının mümkün olabileceği, hatta bizim bilmediğimiz başka bir canlı formunun uzayın başka bir köşesindeki bir gezegende oluşabileceği söylenerek çeşitli tasarım delillerine karşı cevap verilmeye çalışılmıştır. Oysa bu delille ortaya konulanlara karşı böylesine bir cevabın geçersiz olduğuna dikkat edilmelidir. Örneğin yerçekimi kuvvetinin hassas ayarını bozduğunuzda, ne yıldızların ne de gezegenlerin oluşması mümkündür, hatta yıldızlar oluşamayacağı için ve kimya tablosundaki hidrojen ve helyum dışındaki atomların hepsi ancak yıldızların içindeki süreçlerle oluşabildiği için kimya da oluşamazdı. Hayal edilebilecek herhangi en basit bir canlı formunun bile enerjiyi kullanıp çevresine belli bir şekilde tepki vermesi gibi özellikleri olması gerekir ve de canlılığı mümkün kılan en basit faaliyetler için bile moleküller gerekir, oysa kimyanın oluşamaması en basit bir molekülün yapıtaşı olacak atomların bile oluşamaması demek olduğu için böylesi bir evrenin hiçbir yerinde herhangi bir canlı formunun oluşabileceğini hayal etmek de mümkün değildir
Rasgele bir şekilde canlılığı mümkün kılan böylesi hassas ayarların (bir sonraki 6. bölümde ve bu bölümde dikkat çekilen) var olmasından ise bu hassas ayarların bilinçli bir şekilde düzenlendiği görüşü çok daha iyi bir açıklamadır. Bir teist için bu hassas ayarların varlığında şaşırılacak bir şey yoktur, çünkü bilinçli bir şekilde düzenlemeler yapan üstün bir Yaratıcı, evrendeki hassas ayarları, evrenin canlıları oluşturabilmesi için evrenin bir özelliği yapmıştır. Oysa bir materyalist-ateist için canlılığın bu kadar hassas ayarlara bağlı olması çok şaşırılacak, beklenmeyecek bir özelliktir; evrenin kendisi canlılığı meyve vermek gibi bir gayeye sahip değilse, bu evrende ortaya çıkan canlılık gibi önemli bir özelliğin imkânsız denecek kadar düşük bir olasılığa bağlı olması hiç de beklenecek bir durum değildir. Düşük olasılıkların anlamlı bir amacı gerçekleştirecek şekilde seçilmesinin arkasında bilinç olduğunu aslında hepimiz günlük tecrübelerimizden bilmekteyiz. Örneğin bir kasanın çok kompleks, yani rasgele bir girişle açılma olasılığı çok düşük bir şifresi olduğunu düşünün.
Birisi hilesiz bir şekilde bu kasayı açarsa, o kişinin bu şifreyi bilinçli bir şekilde girdiğini, yani bu şifre girme sürecinin rasgele olmadığını hemen anlarız. Rasgele bir şekilde bu olasılığın tutturulmasını beklemeyiz ama bu şifreyi bilen bilinçli bir kişinin bu şifre ne kadar kompleks olursa olsun kasayı açmasına şaşırmayız. Yani düşük olasılıkların bir amacı gerçekleştirecek şekilde var olmasının arkasında bilinç olduğunu aslında hepimiz günlük birçok tecrübemizle bilmekteyiz. Sonuçta bu argümanda kullandığımız mantıksal yaklaşım, güncel hayatta kullandığımız mantıksal yaklaşımlardan farklı değildir.
Canlıların ve insanın var olmasını mümkün kılan bu hassas ayarların varlığı, 20. yüzyılda bilim insanlarının dikkatini çekti ve bu durum İnsancı İlke (Anthropic Principle) olarak isimlendirildi. İnsancı İlke terimi, ilk olarak Brandon Carter tarafından 1974’te kullanıldı ve o günden beri bilim, felsefe ve teoloji alanında birçok tartışmaya konu olmaktadır.43 Materyalist-ateist anlayışı savunanlar, modern bilimin verileriyle tasarım lehine çıkan sonuçtan kaçınmak için, İnsancı İlke’yi tasarım delilinden farklı yorumlamaya gayret etmişlerdir. İnsancı İlke’nin bu tarzdaki yorumu, Zayıf İnsancı İlke’ye (Weak Anthropic Principle) dayandırılarak savunulmaya çalışılmıştır. Zayıf İnsancı İlke şöyle ifade edilebilir: Evrendeki yerimizin zorunlu olarak ayrıcalıklı olduğunu, gözlemciler olarak varlığımızla uyumlu olacak şekilde hesaba katmak zorundayız. Tasarım deliline karşı bu ilke yorumlanmak istendiğinde, bizleri var eden koşullar dışında bir şeyi gözlemleyemeyeceğimiz, bu yüzden bizleri var eden bu koşullara şaşırmamız ve tasarım gibi anlamlar yüklememiz gerektiği söylenir. İnsancı İlke’yi bu şekilde yorumlayanlara karşı John Leslie’nin kullandığı hoş bir örneği aktarayım:4
Düşünün ki kurşuna dizilmenize karar veriyorlar ve çok keskin yüz nişancı çok yakın mesafeden birçok defa size ateş ediyor, fakat ölmüyorsunuz. Bunun sonucunda “Ben hayatta olduğuma göre şaşılacak bir şey yok, eğer hayatta olmasaydım şu anda bu durumu gözlemlememiş olurdum” mu dersiniz, yoksa “Yüz keskin nişancı, bu kadar çok ateş edip, beni bu kadar yakın mesafeden vuramadıklarına göre, bu durumun, silahlarına bilinçli şekilde gerçek mermi koymamaları gibi bir açıklaması olmalı” mı dersiniz? Hiç şüphesiz bizim varlığımız için gereken hassas ayarların tesadüfen oluşmasının olasılık olarak düşüklüğü, yüz keskin nişancının çok yakın mesafeden isabet ettirememelerinin çok altındadır. Kendi hayatta oluşunuza dayanarak, yüz keskin nişancının çok yakın mesafeden isabet ettirememe nedeninin “tesadüfi isabet ettirememe” olduğunu iddia etmenin hatalı olduğunu anlayabiliyorsanız, İnsancı İlke’yi bahsedilen şekilde yorumlamaya kalkarak varlığımıza sebep olmuş olağanüstü hassas değerleri “tesadüfe” bağlamanın çok daha saçma olduğunu rahatça anlayabilirsiniz
Ayrıca önceden dikkat çekilen kriter de bu yaklaşıma bir cevaptır; biz ancak bizi var eden koşulları gözlemleyebiliriz ama bu, bizi ve tüm canlılığı var edecek koşulların çok çok düşük bir olasılığa (hassas ayara) bağlı olmasını beklememiz gerektiği anlamına gelmez. Daha önceden dikkat çekildiği gibi bir teist açısından bu hassas ayarların varlığında şaşırılacak bir unsur yokken, bir materyalistateist açısından bu olguyu beklenir kılacak hiçbir unsur yoktur ve bu durum çok şaşırtıcıdır. Ayrıca bu evren bizim varlığımızı mümkün kılacak herhangi bir evrenden
çok daha fazla düzene sahiptir; çok daha küçük, çok daha az canlı türünün ortaya çıkacağı, çok daha yüksek olasılıklara bağlı olarak canlılığın ortaya çıkacağı bir evrende var olunsaydı bu delil böyle güçlü bir şekilde savunulamazdı. Bizim bizi var eden şartları gözlememize atıfla, varlığımızı mümkün kılacaktan çok daha fazla düzeni gözlediğimizle ilgili olguyu da açıklayamayız.
İnsanın gözlemci etkisiyle evrendeki hassas ayarların açıklandığını sananların mantıkta “ardılı doğrulama mantık hatası” olarak bilinen hatayı işlendiklerine de dikkat edilmelidir. Bu mantık hatasında neden ve sonuç ya da açıklama ile açıklanan yer değiştirir. Bu mantık hatasını işleyenlere şöyle bir örnek verilebilir: Önce “Eğer yağmur yağmışsa sokaklar ıslaktır” önermesi ortaya konur, sonra ise “Sokaklar ıslak” önermesinden “Yağmur yağmış” sonucu çıkarılır. Yukarıdaki örnekteki ilk iki önerme doğru olsa bile bu, sonucun doğruluğunu göstermez. Sokaklar belediye tarafından yıkandığı için ya da boru patladığı için de ıslak olabilir. İşte bu ardılı doğrulama mantık hatasıdır. Yağmurun yağması, sokakların ıslak olmasının nedeni ya da açıklaması iken, bu mantık hatasını işleyen kişi, sanki sokakların ıslak olması da yağmurun nedeni ya da açıklamasıymış gibi düşünerek bu mantık hatasını işler. İnsanın gözlemci etkisinin hassas ayarları açıklamakta yeterli olduğunu sananlar da aynı mantık hatasını işlemektedirler. Evrenin yaşama elverişli olması, yaşamın var olmasının nedeni ve açıklamasıdır. Ancak evrende yaşamın olmasından, evrenin yaşama uygun olmak zorunda olduğunu ve de bu durumun başka bir açıklamayı gereksiz kıldığını zannedenler de neden ile sonucu, açıklama ile açıklananı birbirine karıştırmakta, dolayısıyla ardılı doğrulama mantık hatasını işlemektedirler
Kısacası 20. yüzyıl biliminin gösterdiği canlılığın varlığı için olmazsa olmaz şartlardan olan doğadaki yasalar ve sabitlerdeki hassas ayarlar, Allah’ın varlığı için tarih boyunca en çok kullanılmış delil olan tasarım delilinin matematiksel bir formatta ve modern bilimin verileriyle destekli bir şekilde savunulmasına olanak tanımıştır. Canlılığın varlığının bu kadar hassas ayarlara bağlı olmasını mutlu bir tesadüfle açıklamak da, böylesine bir durumu bizim gözlemci etkimizle geçiştirmek de (bir sonraki bölümde gösterileceği gibi), çok-evrenlere atıfla bu hassas ayarları önemsizleştirmek de mümkün değildir. Teizm açısından Allah, canlıların ortaya çıkması gayesiyle evreni yarattığı için böylesi hassas ayarların varlığında şaşılacak bir unsur yoktur. Materyalist-ateizm açısından ise canlılık gibi bu evrenin önemli bir olgusunun bu kadar hassas ayarlara bağlı olmasını beklenir kılacak hiçbir unsur yoktur. Sırf bu durum bile bahsedilen hassas ayarlardan hareketle teizmi materyalist-ateizme tercih edebileceğimizi göstermeye yeterlidir.
Sayfa 39......
Tanrı’nın varoluşuna ilişkin sık kullanılan argüman, zaman zaman “tasarım argümanı” olarak da adlandırılan teleolojik argümandır. Sonuçtan ereği uslamlayan kanıt demektir. Örneğin her düzen bir düzenleyiciyi gerektirir uslamlamasından doğadaki düzene bakarak Tanrı’nın varlığının tanıtlanmaya çalışılması, bir erekbilimsel kanıttır.
Bu argüman, doğal dünyada etrafımıza baktığımızda, kaçınılmaz olarak, her şeyin gerçekleştirdiği işleve uygun olduğunu göreceğimizi ifade eder: her şeyin tasarlanmış olduğuna dair kanıtları kendinde taşır.
Dolayısıyla bu, bir Yaratıcının varoluşunu bize gösteriyor olmalıdır. Örneğin, insan gözünü inceleyecek olursak, en küçük parçalarının tümünün birbirine uyduğunu, her bir parçanın yapıldığı görme amacına uygun olarak akıllıca yerleştirildiğini görürüz.
William Paley (1743-1805) gibi Tasarım Argümanı destekçilerine göre, göz ve benzeri doğal nesnelerin karmaşıklığı ve verimliliği, tüm bu nesnelerin Tanrı tarafından tasarlandığının ispatı olmalıdır. Başka türlü nasıl olurdu da halihazırda var oldukları gibi var olurlardı? Böylece onlara göre, nasıl bir saate baktığımızda onun bir saatçi tarafından tasarlandığını söyleyebiliyorsak, tıpkı buna benzer biçimde, “göz”e baktığımızda da onun bir tür İlahi Saatçi tarafından tasarlanıyor olduğunu söyleyebilmeliyiz. Öyle ki Tanrı, sanki bilerek ve isteyerek, dünyaya kendi varoluşunun kanıtlarını bırakmıştır.
Bu, etkiden yola çıkarak nedeni ortaya koyan bir argüman: etkiye (saat ya da göze) bakarak ve onun tetkikinden yola çıkarak, onu var eden nedeni (bir saatçi ya da bir İlahi Saatçi) söylemeye çalışmaktır. Söz konusu argüman, saat gibi tasarlanmış bir nesne ile göz gibi doğal bir nesnenin, birçok yönden benzerliğe sahip olduğu fikrine sırtını yaslar. Bu türden bir argüman iki şeyin birbirine olan benzerliğinde temellenen analojik bir argümandır. Analojik argümanlar, bazı yönleriyle birbirine benzeyen iki şeyin, aynı şekilde diğer yönleriyle de birbirine benzeyeceği ilkesine dayanır.
Tasarım Argümanını kabul edenlere göre, bak tığımız her yerde, özellikle de doğal dünyada -ağaçlarda, falezlerde, hayvanlarda, yıldızlarda veya baktığımız her neyse onda- Tanrı’nın varoluşunun daha ileri olumlamalarını görebiliriz. Bu şeyler (doğa nesneleri) bir saate kıyasla çok daha ustaca inşa edildikleri için, İlahi Saatçi de buna paralel olarak, normal bir saatçiye kıyasla çok daha zeki olmalıdır. İlahi saatçi o kadar güçlü ve akıllıdır ki onun Teistlerin geleneksel anlayışındaki Tanrı olduğunu varsaymak anlaşılmaz bir şey değildir.
Biz bu kanıta düzen ve amaç kanıtı da diyebiliriz. Doğa olaylarının varlığının, düzenliliğinin ve amaçlılığının bir yaratıcıyı gerektirdiğini savunan bir kanıttır.
Bütün evrene baktığımızda gerçekten hiçbir biçimde bir tesadüfe yer olmadığını gözlemlemek mümkündür. Bütün evren belli sistemlerin üzerinde durmaktadır. Doğal olarak her bir varlığın bir amacı vardır. İşte bu nedenle bu kanıt Teleolojik kanıt adını yani erekbilimsel (amaç bilimsel) kanıt adını almaktadır. Bütün bu varlıkları amaçlarına göre yaratan bir zeka olmalıdır. Bu kanıta göre bu zekanın varlığını kabul etmek kaçınılmazdır.
Kozmolojik kanıtta olduğu gibi, Teleolojik kanıtta da köken eski Yunan’a kadar dayanmaktadır. Zaten Kutsal Kitabın bir çok yerinde de Tanrı’nın böyle bir düzeni elinde tuttuğu ifade edilmektedir. Gerek Platon, gerekse Aristo hep gökyüzünün düzenine bakarak bu düzenin arkasında bir başlatıcı neden aramışlardır. Ortaçağa gelene dek de hep düşünürler bu düzeni belli başlı bir biçimde bir yaratıcı için bir kanıt görmüşlerdir. Örneğin Mezmurlarda hep “göklerin ve yerin Rabbi” ifadeleri geçerken aynı zamanda “Yıldızların sayılarını” bilen, hesaplayan, bir düzen Tanrısı gerçeği görülmektedir.
Bu yalnız Mezmurlarda değil Kutsal Kitabın farklı yerlerinde de benzer ifadeler bulunmaktadır. Thomas Aquinas‘ın Tanrı’nın varlığı için sıraladığı “Beş Yol’un” açıklandığı Orta Çağda bu kanıt ortaya atılmıştır. Daha sonra on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında oldukça popüler olmuştur. Özellikle İngiliz teolog William Paley(1743-1805) tarafından geliştirilmiştir. Yirminci yüzyılda ise Richard Taylor, F.R. Tennant ve Richard Swinburne tarafından savunulmuştur.
İslam inancında düzen ve amacı içeren tartışmalar genelde iki yol takip etmişlerdir. Bunlardan biri evrendeki muhteşem düzenden ötürü Tanrı’nın varlığının ispatı diğeri ise Tanrı’nın sıfatlarından hareketle evrendeki düzenin ve amacın açıklanmasıdır. Farabi, İbn-i Sina, Gazali, İbn Rüşd gibi ünlü İslam düşünürleri Tanrı’nın adaletinden, cömertliğinden, güzelliğinden bahsederken sözü evrenin yapısına getirmişlerdir. Gazali gibi bazıları da bu iki yolu iç içe kullanmışlardır.
Teleolojik kanıtı basit bir biçimde özetleyecek olursak:
Doğa içinde gerçekten muhteşem bir düzeni gösteren bir çok örnekler vardır.
Böylesine muhteşem bir düzen gerçekten muhteşem bir zekayı gerektirmektedir.
Bu nedenle doğanın varlığı büyük bir olasılıkla muhteşem bir zekanın varlığından kaynaklanmaktadır.
1859’dan önceki tasarım kanıtının versiyonlarını, tasarım kanıtının “en eski versiyonları” olarak belirtelim. En eski tasarım kanıtına iki büyük entelektüel eleştiri söz konusudur. Birincisi, bazı filozofların tasarım kanıtının yazılmış en yıkıcı eleştirisi olarak kabul ettikleri David Hume’un ölümünden sonra basılan Doğal Din Hakkında Diyaloglar (1779) eseridir. İkincisi, Darwin’in Türlerin Kökeni’nin basımı olmuştur. Çoğu filozofun görüşü evrim teorisinin tasarım kanıtının tüm eski versiyonlarını özellikle de yaşayan organizmaların çevreye adaptasyonu üzerin kurulu olanları yıktığı şeklindedir. İlk önce tasarım kanıtına karşı Hume’un getirdiği kanıtlara bakalım.
Hume’un Diyalogları Paley’in Naturel Theology’sinden yirmi üç yıl önce basılır, fakat ne tuhaf ki, Paley’in çalışması Hume’un kanıtlarına hiç göndermede bulunmaz. Öğrenciler kolaylıkla Paley’in ilk önce yazdığı ve Hume’un ise daha sonra Paley tipi kanıtları eleştirdiği izlenimi alabilirler, fakat durum böyle değildir. Diyaloglar’da, Hume kendi karakteri Cleanthes’in ağzından tasarım kanıtının en güçlü versiyonunu önce sunar: Dünyaya bir bak, bütünü ve onun parçalarını düşün: Onun büyük bir makineden başka bir şey olmadığını göreceksin. Ki, daha küçük sonsuz makinelere bölünmüş ve yine insan duyularının ve yeteneklerinin takip edebileceği ve açıklayabileceğinin ötesinde birçok alt bölümlere ayrılmış. Tüm bu çeşitli makineler ve hatta onların çok küçük parçaları onlar üzerinde düşünen tüm insanları hayran bırakacak derecede birbiriyle uyum içindedir. Araçların amaçlara tuhaf uyumu, tüm doğada, çoğunda ileri gitse de, tam olarak insan yapımının ürünlerine, insan tasarımı, düşüncesi, aklı ve zekâsına benzer. Cleanthes der ki, tüm bunlar gerçektir. Sonra onun analojiye dayalı kanıtı gelir: Öyle ise etkiler birbirine benzer ise, analojinin tüm kuralları ile sonuçların da birbirine benzediğini ve dolaysıyla doğanın yazarının her ne kadar daha geniş yeteneklere sahip ve yaptığı işin büyüklüğüne göre en iyisi olsa da, insan aklına benzer olduğunu çıkarsamalıyız.7
Fakat sonra Hume, Philo karakteri ile tasarım kanıtının en parlak ve en meşhur eleştirisini ortaya koymaya çalışır. (1) Evrenin tasarımcısına ne neden oldu? Eğer evrenin nedeni bir tür akıllı bir tasarımcı zihni ise Hume der ki, öyle ise onun zihnine nedeni kim veya ne neden oldu diye niçin sormayalım? Tasarım savunucularının bir kez tasarımcıyı elde etmek için geriye doğru gitmelerini durduracak yetkileri nedir? Zihinlerde görülen düzen, evrende gördüğümüz düzen kadar çok açıklama gerektirmez mi? Dolayısıyla Hume şöyle sorar: “Doğanın yazarı sandığınız bu varlığın nedeni hakkında kendimizi nasıl tatmin edeceğiz? Yeni bir akıllı prensibe doğru tasarımcıyı geriye doğru takip etmek için aynı nedene sahip değil miyiz? Fakat eğer durursak ve ileri gitmezsek niçin burada durduk? Niçin maddi dünyada durmayalım? Kendimizi sonsuza gitmeksizin nasıl tatmin edebiliriz?71 Fakat bu meselenin sonu değildir. Çünkü bir açıdan zihnin veya kastın veya bir öznenin sınırları içindeki açıklamaların böyle durumlarda özellikle entelektüel tatmini sağlayıcı göründüğüne işaret edilmelidir. “Saati kim yaptı?” sorusu “saatçiyi kim yaptı?” sorusuna bir cevap gerektirmeksizin akıllı bir saatçi ile tamamen tatminkâr olarak cevaplandırılabilir. (Hume’un kendisi de bunu ortaya koymuştur.) O halde görünen düzen için yorum yapmaya çalıştığımız her yerde akıllı bir öznenin amaçlarının sınırı içindeki açıklamalar tipik olarak kabul edilebilir durma noktaları oluşturur. (2) Tasarım kanıtı eğer güçlü ise Tanrı’nın bir kanıtı değildir. Hume’un eleştirisi, burada tasarım kanıtının tamamen başarılı bir teistik kanıt bile olsa, varlığı kanıtlanan tasarımcının teizmin Tanrı’sından uzak olduğudur. Çünkü eğer sizin tasarımcı fikriniz basitçe kanıt tarafından şekillendiriliyorsa tasarımcının eşsiz olduğunu yani tek bir tasarımcı bulunduğunu kabul etmek için hiçbir neden yoktur. Yine tasarımcının sonsuz veya mükemmel olduğunu düşünmek için hiçbir gerekçe bulunmaz. Yine tasarımcının bedensiz olduğunu savunmak için bir nedene sahip değiliz. Tasarımcının ebedi veya hala bugün bile var olduğunu düşünmek için de bir neden yoktur. Elbette tasarımcı çok güçlü ve bilgili olmalıdır, fakat niçin her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen? Gerçekten de dünyanın kendisi bazı tasarım savunucularına (Hume’un dediği gibi) “çok hatalı ve mükemmel olmayan” bir varlık olarak görünür. Böyle bir kimse şöyle çıkarsayabilir: Dünya “kendi kusurlu performansından utanarak sonradan terk ettiği bir emekli Tanrı’nın ilk kaba bir denemesidir
Hume’un söylediklerinin çoğu, bu noktada doğrudur. Eğer bir kimse tek başına doğal teoloji yapacaksa, yani tasarım kanıtının üzerine kurulu olduğu analojiden hareketle basit olarak akıl yürütecek ve vahiy edilmiş teolojiyi bir kenara bırakacaksa, teizmin Tanrı’sı kesinlikle tasarım kanıtından çıkmaz. Teizmin Tanrı’sı ile tutarsız olan tasarım kanıtının gücünde eksiklik yok, fakat kanıtlanan tasarımcı veya dünyanın tasarımcılarının teizmin Tanrı’sı olması gerekmez. Eğer birisi Tanrı için bir kanıt arıyorsa kesinlikle tasarım kanıtını kullanabilir, fakat olabildiğince başka kanıtlar da bulmalıdır. Fakat tasarım kanıtının tamamen başarılı olduğunu var sayalım. Yine evrenin çok güçlü, bilgili tasarımcısının veya onların birkaçının varlığını kanıtladığımızı düşünelim. Bu, felsefi ve teolojik olarak yüksek derecede önemli bir sonuçtur. Ateistlerin yanıldığı kanıtlanacak ve natüralizmin de hatalı olduğu ortaya çıkacaktır. Fakat bunun Hume’un eleştirisine cevap olarak söylenebilmesinden çok daha fazla şeyler vardır. Eğer evrenin tasarımcısının varlığı kanıtlanırsa onun sıfatlarını sormak çok doğal bir durum olur. Örneğin şöyle sorabiliriz: Tasarımcı maddi midir? Bu noktadan tasarımcının teizmin Tanrı’sı gibi olduğu fikrini desteklemek mümkündür. Peter Payne’nin dediği gibi, “fiziksel tasarımcılar fiziğin temel kanunlarına bağlı görülebilir ve bu nedenle onları açıklamak için kullanmak çok zor olabilir.” 73 Şöyle de sorabiliriz: Tasarımcı eşsiz mi? veya birden çok tasarımcı olabilir mi? Richard Swinburne basitlik temeli üzerine tasarımcının bir olmasının çok olmasına göre daha üstün olduğunu savunur.74 Yine basitlik fikrinin, tasarımcının güçte, bilgide ve özgürlükte sonsuz olması postülasını desteklediğini iddia eder. Eğer birden çok tasarımcı olursa tam olarak ne kadar olmalıdır? Ve onlar niçin işbirliği yapmışlardır? Eğer tek bir tasarımcı var ise böyle soruların sorulması gerekmez. Swinburne’un kanıtlarını değerlendirmeyi sonlandırmayacağım, fakat göstermek istediğim esas nokta, başarılı bir tasarım savunucusunu tasarımcının Tanrı olduğunu kanıtlamaya çalışmak üzere başka kanıtlara dönmekten alıkoyan hiçbir şey olmadığıdır.
Elbette bu kanıtlar, başarılı olabilir veya olmayabilir. Dolayısıyla tasarım kanıtı teizm için kümülatif durumun önemli bir parçası haline gelebilir. (3) Dünyada kötülüğün varlığı tasarım kanıtının ahlaki bakımdan mükemmel bir tasarımcıyı kanıtlamasını imkânsız kılar. Benzer şekilde Hume savunur ki, eğer birisi saf doğal teoloji yapar ve yalnızca tasarım kanıtı temelleri üzerine tasarımcı hakkında sonuçlara ulaşırsa dünyada kötülüğün ve acı çekmenin varlığı, ahlaki olarak iyi bir tasarımcının varlığı için bir kanıt olarak tasarım kanıtını yıkar. Tasarım kanıtı ve artı gördüğümüz kötülük, her şeye gücü yeten ve ahlaki bakımdan mükemmel iyi bir tasarımcının varlığını birlikte savunamaz. Çünkü eğer tasarımcı her şeye gücü yeten ise acı çekmenin ve kötülüğün bulunmadığı bir dünyayı yaratma gücüne sahip olmalıdır ve eğer ahlaki bakımdan mükemmel iyi ise böyle bir dünyayı yaratmayı istemiş olmalıdır. Öyle ise dünyada niçin çok fazla açı çekme ve kötülük var? Hume’un Demea karakteri Diyaloglar’da bir noktada nihai telafi etme fikri üzerine kurulu bir teodise önerir. Tanrı bütün acıların tamir edileceği tüm hastalıkların iyileştirileceği ve tüm adaletsizliklerin telafi edileceği bir son sağlayacaktır. Fakat ne bu teodise ne de bir başkası, der Hume, tasarım kanıtının kendisinden çıkar. Hume der ki, “(dünyadaki ıstırap ile ilahi iyilik arasındaki) sırf bir mümkün uzlaşırlık, yeterli değildir.” Bu saf, karışmamış ve kontrol edilemez sıfatları şimdiki karışık ve karmaşık fenomenlerden (yani dünyada gözlediğimiz tasarım kanıtından) ve sadece bunlardan kanıtlamalısınız.” 75 Kötülük probleminin çözülebilmesinin sırf mümkünlüğü, dünyanın tasarımcısının iyi olduğu iddiasını kendi başına kuramaz
Yine Hume kendi ana iddiasında temel açıdan doğru görünür. Evrende gördüğümüz tasarımdan çıkarılan kanıt, kendi başına kötülük problemine bir çözüm üretemez. En anlamlı sonuç muhtemelen bizim, dünyanın tasarımcısının ahlaki niteliklerini bilemeyeceğimizdir ve diğer kanıtlar ve delillerin bu problemi çözmek için seferber edilmeli olduğudur. Şimdi kötülük problemini çözmek bu bölümün ve hatta bu kitabın amacı değil. Dolayısıyla bu hususu tartışmayacağım. Şunu söylemek yeterli olacaktır ki, hiçbir şey başarılı bir tasarım savunucusunu dünyanın tasarımcısının hem her şeye gücü yeten hem de mükemmel olarak iyi olduğunu, başka temeller üzerine, savunmaya çalışmaktan engelleyemez.76
(4) Tasarım kanıtı zayıf bir analoji üzerine kuruludur. Tasarım kanıtı, en azından, onun eski versiyonları, tamamen analoji üzerine kuruludur. Evren bir takım önemli yönlerden bir saat gibidir, denir ki, bu nedenle evren, saat gibi, muhtemelen tasarımlanmıştır. Hume’un beşinci eleştirisi, temel olarak analojinin bir tasarımcı çıkarsamayı desteklemek için çok zayıf olduğu noktasıdır. Evren bir saat gibi değildir. Elbette analojiye dayalı tüm kanıtlar, benzemezlikleri ön varsayar, saatler kesinlikle evrenden tamamen farklıdır. Fakat kendi başına bu olgu, tasarım kanıtını yıkmaz. Bu noktaya daha çok, Hume evrenin bir makineden daha çok bir organizma gibi olduğunu önerir. Dahası Hume der ki, evren mutlak olarak eşsiz bir şeydir ve başka hiçbir şey ona benzemez. Dolaysıyla evreni başka bir şeyle benzetme üzerine kurulu hiçbir kanıt ikna edici olamaz. Sonuç olarak biz yalnızca evrenin küçük bir uzay ve zaman dilimini gözleriz. Bu tür bir örnekten bir tasarımcının gereğini nasıl çıkarabiliriz?77 Burada Hume’un eleştirisini açıklamanın bir yolu vardır: Tasarım kanıtı, eğer biz, diyelim ki, 100 tane evreni ve her birinin bizimki gibi aynı şekilde tasarımlandığını tecrübe etmiş olsak ve onlardan 99 tanesinin de bir tasarımcı tarafından tasarımlandığını bilsek, iyi bir kanıt olabilirdi. Dolayısıyla (tasarımlanıp tasarımlanmadığını bilmediğimiz) bizim evrenimizin de gerçekten tasarımlandığını analoji ile çıkarabilirdik. Fakat ‘evren’ ifadesi insanlar tarafından tecrübe edilen veya edilmeyen her gerçek şeyi içine alır ve bu nedenle 100 tane evren olması fikri tutarsızdır. Kesinlikle başka mümkün evrenler vardır ve benim modal bağlamda “mümkün dünyalar”dan konuşmaya itirazım yok. Fakat yalnızca tek bir fiili evren vardır. Dolayısıyla evreni kendisine benzetebileceğimiz bir başka şeyle kıyaslayacak hiçbir şeye sahip değiliz. Tasarım kanıtı zayıf bir analoji üzerine kuruludur ve bu nedenle başarısızdır. Şimdi Hume’un bazı eleştirileri burada doğrudur, fakat vereceğim nedenlerden dolayı tasarım kanıtını çürütmeyi sağlamazlar. Gerçek şu ki analojiden çıkarılan tüm kanıtlar doğası gereği çürük ve kişiye-görelidir. Muhtemelen bir x belirli bakımlardan bir y’ye benzerdir ve başka bakımlardan ise benzemezdir. Ben x ve y’nin benzer olduklarını ve hatta belirli bir çıkarımı desteklemek için yeteri kadar benzer olduklarını düşünebilirim ve siz düşünmeyebilirsiniz. Eğer ben x ve y arasında gördüğüm benzerlikten bir kanıt çıkarırsam tehlike, sizin benzerliği basitçe veya yeteri kadar görmediğiniz için, iyi bir nedenle benim kanıtımı reddedemeyeceğinizdir. Muhtemelen (Philo karakterinin dili ile) Hume’un önerdiği neden, evrenin bir saat veya bir evden daha çok bir organizma gibi olduğudur, çünkü saatlerin ve evlerin tasarımlandığını biliriz, fakat organizmalarla ilgili olarak bunu bilmeyiz.
Fakat Hume’un bazı eleştirileri, basit biçimde yanlıştır. Evren eşsiz bir şey olabilir, fakat onun tüm öğeleri, nitelikleri ve süreçleri eşsiz değildir. Evrendeki bazı şeyler ve olaylar, evrendeki diğer şeylere ve olaylara benzer. Ayrıca biz, mutlak olarak eşsiz olsun veya olmasın, tüm evren ve onun kaynakları hakkında kesinlikle konuşabiliriz. Kozmologlar bunu kendi bilimlerinin önemli bir parçası sayarlar. Büyük patlama teorisi, rakip hipotezleri kadar, eğer Hume haklı ise, geçersizdir. Bilim adamları evrenin yaşı, boyutu ve genişleme oranı hakkında rasyonel çıkarımlara ulaşmakta başarısızlardır. Richard Swinburne’un işaret ettiği gibi, insan ırkı da açık biçimde eşsiz olduğu için, fiziksel antropologlar onun kaynağı ve gelişimi hakkında rasyonel sonuçlara tam olarak ulaşamazlar.78 Ayrıca her şey, birçok bakımdan eşsizdir. Muhtemelen Bill Clinton da birçok bakımdan eşsizdir, örneğin o, 1990 ve 1995 arasında Arkansas valiliğinden seçilerek Birleşik Devletler başkanı olan ilk kimsedir. Fakat onun hakkında analojiye dayalı hiçbir akıl yürütmenin uygun biçimde yeterli çıkarımlara ulaşamayacağını söylemek tuhaf olmalıdır. Bu açıkça böyledir, çünkü eşsiz şeyler bile başka şeylerle ortak niteliklere sahiptir. Ve yalnızca evrenin küçük bir parçasını tecrübe ediyor olmamız doğru olsa da Hume’un yaptığı gibi, parçalardan bütüne doğru gidemeyeceğimizi söylemek tamamen yanlıştır. Aşina olduğumuz (söyleyebileceğimiz kadarıyla) evrenin parçalarını yöneten temel yasalar bütünü de yönetir. Dikkat edin, yalnızca evrenin oluştuğu maddenin küçük bir parçasını tecrübe ediyoruz, fakat tecrübe ettiğimiz tüm madde moleküllerden oluştuğu için evrendeki tüm maddenin moleküllerden oluştuğunu söylemekte duraksamıyoruz. Evren bir saat gibi midir? Bazı bakımlardan kesinlikle öyledir. Fakat onun bir saat gibi bir akıl tarafından tasarımlandığını çıkarsamayı destekleyecek kadar bir saat gibi midir? Bir organizma gibi olmaktan daha çok bir saate mi benzer? Bunlar zor ve karmaşık sorulardır. Hume’un beşinci eleştirisi genellikle tasarım kanıtına onun en önemli itirazı olarak kabul edilir. Ben onun tasarım kanıtını çürüttüğünü sanmıyorum. Fakat belki de bunun nedeni, benim evren ile saat arasında önemli benzerlikleri görenlerden birisi olmamdır. Bu benzerlikleri görmeyenlere göre eski tasarım kanıtı ikna edici olmayacaktır.
Şimdi de evrim teorisine bakalım. Yukarıda belirtildiği gibi, 1859’da Darwin kendi biyolojik evrim teorisini ortaya koyan Türlerin Kökeni’ni yayınlar. Hem teoloji hem din felsefesi üzerinde doğrudan ve güçlü bir etki yapar. Bu etkinin tezahürlerinden birisi, çoğu insanın tasarım kanıtının artık geçerli olmadığı sonucunu çıkarabilmeleri olmuştur. Bunun nedeni Darwin’in organizmalardaki görünen tasarım ve karmaşıklığı akıllı bir tasarımcıya başvuru gerektirmeden açıklama yolu bulmasıdır. Darwin teorisinin üç önemli özelliği şudur: (1) rastgele genetik değişim (bu değişiklikler mutasyonlarla olur ve bazen rasgele genetik kopya ile de geçekleşir), (2) doğal seçilim (az olan kaynaklar için rekabet içinde en uygun olan bu türler ve organizmalar hayatta kalacaktır.), (3) kendini-kopyalama (genetik yapılar yavrulara geçer ve doğal seçilim yoluyla genetik yapılar yarışan avantajların hayatta kalmasını sağlar). Eğer Darwin haklı ise evren için görünen tasarımlanmış biyolojik sistemleri kör biçimde yani herhangi bir teleoloji veya akıllı tasarımcı olmaksızın üretmek mümkündür. Şimdiye kadar Darwin’in teorisi, iyi gelişmiş ve birçok insan için ikna edici olmuştur. Bu, tamamen natüralist bir teoridir, Tanrı’ya veya bir akıllı tasarımcıyı söz konusu etmez. Tasarım kanıtı ve evrenin bir tasarımcısına inanç için bu sonucun önemi, Darwin’in savunucusu ve çağdaş bir bilim adamı olan Richard Dawkins tarafından iyi sahiplenilir: “Darwin’den önce ateizm entelektüel olarak makul iken Darwin onu entelektüel açıdan tam bir ateist olmak için mümkün hale getirdi.” 79 Darwin’in teorisinin ilk kötü sonucu, tasarım kanıtının birkaç entelektüel birinci sınıf savunucusuna sahip olmuş olmasıdır. Fakat evrimin tasarım kanıtını çürüttüğünü düşünmek tamamen bir hatadır.
Yapmış olduğumuz derlemede tasarım argümanlarını ve yapılan itirazlara cevapları sizlere paylaştık kaynakları okuyarak daha fazla bilgi edine bilirsiniz .
Konu ile ilgili videoları burada bakabilirsiniz
Araştırma ve Derleme
MUSTAFA ALİ UÇAR
Kaynakları okumunızı tavsiye ederiz
Comments