top of page
Yazarın fotoğrafıMUSTAFA ALİ UÇAR

İ‘CÂZÜ’l-KUR’ÂN

Güncelleme tarihi: 2 Tem 2022




Sözlükte “gücü yetmemek, yapamamak” anlamındaki acz kökünden türetilen i‘câz kelimesi “âciz bırakmak” demektir. Terim olarak genellikle “Kur’an’ın, sahip bulunduğu edebî üstünlük ve muhteva zenginliği sebebiyle benzerinin meydana getirilememesi özelliği” diye tanımlanır. Bu tanımda yer alan edebî üstünlük birinci derecede Arap diline vâkıf olan edipleri ilgilendirirken muhteva üstünlüğü bunlarla birlikte bütün aklıselim ve ilim sahibi insanları ilgilendirmekte ve böylece Kur’an’ı evrensel bir ilâhî mesaj haline getirmektedir.

Kur’an’da i‘câzü’l-Kur’ân terkibi geçmemekle birlikte Kur’ân-ı Kerîm’in beşer sözü değil insanların benzerini meydana getirmekten âciz kaldıkları ilâhî bir kelâm olduğu hususu ısrarla belirtilmektedir. Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr edenler diledikleri takdirde Kur’an’a benzer sözler söyleyebileceklerini ileri sürmüşler (el-Enfâl 8/31) ve Resûl-i Ekrem’den hissî mûcize göstermesini istemişlerdir. Bu kişilere Kur’an’ın yeterli bir mûcize olduğu açıklanmış (el-Ankebût 29/50-51), eğer güçleri yetiyorsa bütün yardımcılarını da çağırarak benzer bir eser meydana getirmeleri istenmiş, fakat bunu asla yapamayacakları da ifade edilerek kendilerine meydan okunmuştur (el-Bakara 2/23-24; Yûnus 10/37-39; Hûd 11/13; el-İsrâ 17/86-88). Hadislerde i‘câzü’l-Kur’ân’dan bahsedilmemiştir.


İ‘câzü’l-Kur’ân meselesi sahâbe ve tâbiîn devirlerinde araştırılmamış, ancak III. (IX.) yüzyılın başlarından itibaren âlimlerin üzerinde önemle durduğu bir konu haline gelmiştir. İslâm dininin hızla yayılmasından sonra yabancı din ve kültürlere mensup bazı kişilerin Kur’an’ı eleştirmesi, İslâm’a yeni girenlerin bu eleştirilerden etkilenmesi ve Abdülkerîm b. Ebü’l-Avcâ, İshak b. Tâlût, Nu‘mân b. Münzir gibi mülhidlerin Kur’an’ın çelişkiler içeren bir kitap olduğunu iddia etmeleri karşısında İslâm âlimleri, önce Kur’an’ın dil ve edebiyat kurallarına bağlı olarak anlamını ortaya koymaya ve tefsirini yapmaya çalışmışlardır. Bu hususta Vâsıl b. Atâ ile Ferrâ’nın Meʿâni’l-Ḳurʾân adlı eserleri ve Ebû Ubeyde Ma‘mer b. Müsennâ’nın Mecâzü’l-Ḳurʾân’ı zikredilebilir. Bu çalışmaların ardından Kur’ân’ın i‘câzıyla ilgili görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. Tesbit edilebildiğine göre i‘câzü’l-Kur’ân meselesini ilk defa Mu‘tezile âlimleri ele almıştır. İlk farklı görüş ise Nazzâm’a ait sarfe nazariyesidir (aş.bk.). Nazzâm’ın öğrencisi Câhiz, Kur’an’ın i‘câzını daha çok erişilmesi imkânsız bir dil mûcizesi oluşuna bağlar ve i‘câzın esasını nazım düşüncesine dayandırır. Onun Naẓmü’l-Ḳurʾân adıyla bir eser yazması bu hususu kanıtlayıcı mahiyettedir. Câhiz’in i‘câz anlayışı, kendisinden sonra gelen âlimlerin büyük çoğunluğu tarafından benimsenmiş ve geliştirilmiştir. Nitekim Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, Kur’an’ın i‘câz yönlerinin başında onun nazım bakımından fasih oluşunu göstermiştir. Eş‘arî’ye göre Kur’an’ın, harfleri en az ve dolayısıyla en kısa sûresi olan Kevser sûresinin bile benzerinin meydana getirilemeyişi sûrenin nazım keyfiyeti ve belâgat üstünlüğünden dolayıdır. Kur’an’ın geçmişe ve geleceğe yönelik haberler ihtiva etmesi de Eş‘arî’nin i‘câz yönleri arasında zikrettiği hususlardandır (İbn Fûrek, s. 62-63, 178-179). Mu‘tezile âlimlerinden Ebü’l-Hasan er-Rummânî, Kur’an’ın sarfe ilkesinin yanı sıra belâgat yönünden i‘câz hârikası olduğunu belirtmiştir. Ebû Süleyman el-Hattâbî ise Kur’an’ın i‘câzını, en doğru bilgileri belâgat örgüsü çerçevesinde ortaya koymasının yanında bu ilâhî kelâmın insanın psikolojik muhtevası üzerindeki derin etkisinde görür (Beyânü iʿcâzi’l-Ḳurʾân, s. 19-25, 64).


V. (XI.) yüzyılda Bâkıllânî, Kādî Abdülcebbâr ve Abdülkāhir el-Cürcânî gibi âlimlerin sürdürdüğü çalışmalar sayesinde i‘câzü’l-Kur’ân araştırmaları altın çağına ulaşmıştır. Bâkıllânî kaleme aldığı hacimli eserinde birçok görüşü derinliğine tartışmıştır. Ona göre Kur’an’daki nazım güzelliği hem bütününde hem tek tek her bir lafzında mevcut olup üslûbu, fesahati, içerdiği bilgilerin kolay anlaşılması, gayba dair haberleri ve mülhidleri susturan delilleri onun erişilmez üstünlüğünü meydana getirir (İʿcâzü’l-Ḳurʾân, s. 13-21, 36-45). Kādî Abdülcebbâr Kur’an’ın i‘câzını tek tek her lafızda değil lafız ve mânanın güzellik ve uyumunda görmüştür. Abdülkāhir el-Cürcânî’ye göre ise nazım, sözün dil kurallarına uygun olarak şekillendirilmesi ve ifade edilmek istenen mânayı kapsaması demektir. Bu sebeple dilde lafızdan çok mâna önemlidir (Delâʾilü’l-iʿcâz, s. 34-52). VI. (XII.) yüzyılda i‘câzü’l-Kur’an üzerinde çalışan âlimler arasında Zemahşerî, İbn Atıyye el-Endelüsî ve Kādî İyâz gibi isimler öne çıkmaktadır. Bunlardan Zemahşerî ile İbn Atıyye i‘câzı, Kur’an’ın dil kurallarıyla uyumlu nazmı yanında mâna ve muhteva güzelliğine bağlamış, Kādî İyâz ise üstün belâgatıyla birlikte gayba dair haberleri üzerinde durmuştur. VII. (XIII.) yüzyıldan XIV. (XX.) yüzyıla kadar i‘câzü’l-Kur’ân hususunda müstakil eser yazan veya kitaplarında bu konuya temas eden âlimler i‘câza dair görüşleri değerlendirmek, toplamak ve şerhetmekle yetinmişlerdir. XX. yüzyılda Batı’daki bilimsel gelişmelerin etkisiyle âlimlerin bir kısmı Kur’an’ın i‘câzını pozitif bilim açısından araştırmaya yönelmiş ve bu alanda yeni görüşler ileri sürmüştür. Abdullah Fikrî, Tevfîk Sıdkī, Tantâvî Cevherî, Muhammed Ahmed Câdelmevlâ ve Muhammed Mütevellî eş-Şa‘râvî bunlardan bazılarıdır. Buna karşılık Reşîd Rızâ ile Abdullah Dirâz teşrî yönünden, Mustafa Sâdık er-Râfiî harfleri, kelimeleri ve cümlelerinin uyum, âhenk ve mûsikisi açısından, Seyyid Kutub da edebî tasvir bakımından Kur’an’ın i‘câzı üzerinde durmuşlardır (Ahmed Cemâl el-Ömerî, s. 218-226; Salâh Abdülfettâh el-Hâlidî, s. 100, 140).


İ‘câzü’l-Kur’ân literatüründe üzerinde durulan başlıca i‘câz yönlerine dair görüşleri şu şekilde özetlemek mümkündür: 1. Sarfe Teorisi. Bu teoriye göre Kur’ân-ı Kerîm dil ve üslûp yönünden benzeri yapılamayacak bir metin olmamakla birlikte Allah Teâlâ bunu gerçekleştirme gücünü kullarının elinden almıştır. Sarfe, ya bu işe teşebbüs etme iradesinin yok edilmesi veya teşebbüs edildiği takdirde başarıya ulaştırılmaması şeklinde tecelli eder. Bu nazariyenin Mu‘tezile âlimleri tarafından geliştirildiği bilinmekle birlikte ilk defa kimin iddiası olarak ortaya çıktığı hususunda farklı görüşler mevcuttur. Bu konuda Vâsıl b. Atâ ve Îsâ b. Sabîh gibi isimlerin yanında ağırlıklı olarak Nazzâm’a atıflar yapılmaktadır. Hişâm b. Amr, Abbâd b. Süleyman, Câhiz ve Rummânî gibi Mu‘tezile âlimlerinin yanı sıra İbn Hazm, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Fahreddin er-Râzî gibi Sünnî; Şerîf el-Murtazâ, İbn Sinân el-Hafâcî ve Yahyâ b. Hamza el-Alevî gibi Şiî âlimleri de sarfe nazariyesini benimsemiştir (Salâh Abdülfettâh el-Hâlidî, s. 108). Sarfe nazariyesi, başta Bâkıllânî olmak üzere Sünnî âlimlerin çoğunluğu tarafından eleştirilmiştir (bk. SARFE).


2. Dil ve Üslûp. Kur’an’ın dil yönünden benzeri meydana getirilemeyecek bir kitap olduğu tezine dayanan bu ilkeye göre Kur’an, Arap dili ve edebiyatında yer alan bütün anlatım sanatlarını en üstün seviyede kullanmış (Rummânî, s. 70-100), aynı konuları farklı üslûplarla dile getirmiş, dil kusurlarından tamamen arınmış, ilginç bir telif tarzı ortaya koymuş, mânaları kulağa hoş gelen lafızlarla anlatmış, konu farklılıklarına rağmen edebî üstünlüğünü daima korumuş, kelimeleri tek başına birbiriyle ve içinde yer aldıkları cümlenin bütünüyle tam bir uygunluk arzetmiştir. Arap dili ve edebiyatına ilişkin kuralların bütün gereklerine uyarak kelimeleri bir araya getirmekten ibaret olan ve belâgatın unsurlarından birini teşkil eden söz dizimi (nazım) konusunda da Kur’an erişilmez bir üstünlüğe sahiptir. Nazım taraftarlarına göre Kur’an’da herhangi bir kelime yerinden oynatıldığı takdirde bunun dil kurallarını ihlâl edeceği açıkça görülür. Kur’an’ın fesahat ve belâgat açısından Arap ediplerinin erişemeyeceği böyle bir üstünlük taşıması ve nesirle şiir dışında farklı bir üslûba sahip bulunması, onun hata yapmayan ve her şeyi bilen Allah’ın kelâmı olduğunu gösterir (Ahmed Cemâl el-Ömerî, s. 267-290). Bu teoriyi savunanlara göre, indiği dönemde Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar’ın fesahat ve belâgatı dışında Allah kelâmı olduğunu farkedebilecekleri başka bir kriter ve imkânları bulunmadığı gibi bu sırada Kur’an’ın henüz az bir kısmı vahyedilmiş bulunuyordu. Buna rağmen Arap ediplerini cezbeden bir yönü vardı ki o da fesahat ve belâgatı idi. İ‘câz konusu üzerinde araştırma yapan hemen her asırdaki âlimlerin büyük bir kısmının Kur’an’ın dil mûcizesi oluşunu kabul etmesi de bu hususu kanıtlayan bir delil olarak zikredilir (Salâh Abdülfettâh el-Hâlidî, s. 125-141). Ancak bu görüş, Arapça bilmeyen veya mukayesede bulunacak seviyede onun edebiyatına vâkıf olmayan insanlar için tek başına bir kanıt oluşturamayacağı gerekçesiyle eleştirilmiştir.


3. Muhteva Özelliği. Kur’an’ın i‘câz yönlerinden biri de her şeyden önce muhtevasının çelişik bir durum arzetmeyişidir. Kur’an tarihinin verilerine göre bu ilâhî kelâm peyderpey nâzil olduğu ve bu süreç, vuku bulan olaylarla irtibatlı olarak yirmi üç yılda tamamlandığı halde hiçbir âyeti diğeriyle çelişmemiş, nâzil olan âyetler farklı sûrelere ait olmalarına rağmen sonuçta birbiriyle tam bir uyum göstermiştir. Kur’an’ın hem fizik hem metafizik varlık ve olaylar konusunda verdiği bilgilerin isabet kaydetmesi de göz önünde bulundurulması gereken bir husustur. Kur’an’ın dinî öğretisi ontolojik açıdan mâkul olup insanın zihnini ve gönlünü rahatlatan bir mahiyet arzeder. Zira tenzih esasına dayanan bir ulûhiyyet inancını telkin ederek politeist tanrı anlayışlarının yanlışlığını göstermiş, peygamberin insan olduğuna dikkat çekerek bu konudaki yanlış inançları düzeltmiştir. Kur’an’ın dünyevî öğretisi de evrensel değerler niteliğinde olup insanlar için vazgeçilmez bir özellik taşır (M. Reşîd Rızâ, I, 207; Mahmûd Seyyid Şeyhûn, s. 23; Salâh Abdülfettâh el-Hâlidî, s. 321-325). Kur’an’ın harfleri ve kelimelerinin kişiyi ruhî yönden etkileyebilecek ilginç bir düzenlemeye sahip olması, okunuşundan doğan büyüleyici mûsiki güzelliğinin dinleyenlerin benliğini sarması ve tekrar tekrar dinlenmesine rağmen bıkkınlık duygusu uyandırmamasının yanı sıra insanın psikolojik bir muhtevasının bulunduğu realitesine önem vermesi, çok yönlü telkin, irşad, özendirme ve uyarma yöntemlerini bir arada kullanması da ayrı bir i‘câz noktası olarak kabul edilir.


4. Gayb Bilgisi. Kur’an’da geçmişe ve geleceğe ilişkin haberlerin bulunması onun bir başka i‘câz yönünü oluşturur. Kur’ân-ı Kerîm’de yer verilen tarihî olaylarla peygamber kıssaları geçmişe ait gaybî haberlerdir. Yapılacak bir savaşta Bizanslılar’ın İranlılar’ı yenilgiye uğratacağı, Kur’an’ın tahrif edilemeyeceği, Hz. Peygamber’in düşmanlarına karşı korunacağı, Bedir Gazvesi’nde müslümanların galip geleceği, müslümanların Mescid-i Harâm’a girecekleri ve Mekke’yi fethedecekleri önceden haber verilmiş, zaman içinde bu haberler aynen gerçekleşmiştir. İnsanların gaybı bilmesi mümkün olmadığından bu tür haberleri ihtiva eden Kur’an’ın bu yönüyle de bir i‘câz taşıdığı İslâm âlimlerinin çoğunluğunca kabul edilir (Bâkıllânî, s. 36). Kādî Abdülcebbâr gibi bazı âlimler ise gayba dair haberlerin bir i‘câz yönü oluşturmayacağını ileri sürmüştür, çünkü bu tür haberler her sûrede mevcut değildir; halbuki Kur’an, muhaliflerinden herhangi bir sûresinin benzerini meydana getirmelerini istemiştir. Bu da gayba dair haberlerin tehaddî kapsamında mütâlaa edilemeyeceğini gösterir (el-Muġnî, XVI, 20). Ancak her sûrede gayba dair haberlerin bulunmayışı, haberlerin insanlarca bilinemeyeceği gerçeğini ortadan kaldırmadığını söyleyen âlimler bu itirazı geçersiz saymışlardır (M. Reşîd Rızâ, I, 205; Ahmed Cemâl el-Ömerî, s. 310-311).


5. İlmî İ‘câz. Kur’an’ın erişilmez bir bilgi mûcizesi olduğu esasına dayanan ve özellikle XX. yüzyılda üzerinde çok durulan bu i‘câz türünü iki bölümde incelemek mümkündür. a) Kâinata ilişkin ilmî i‘câz. Pozitif bilimlerin gözlem ve deney yöntemlerine dayanarak tabiatın oluşum ve işleyişi hakkında ortaya koyduğu bazı bilgilerle Kur’an’ın Allah’ın varlığı, birliği ve âhiret hayatının mevcûdiyetine dikkat çekmek için tabiatın oluşumu ve işleyişine dair verdiği kısa bilgilerin uygunluk arzetmesi bu i‘câzın esasını teşkil eder. Dünyanın bir yörüngede hareket etmesi, bütün canlı varlıkların erkekli dişili yaratılması, dünyanın çevresinde bir atmosfer tabakasının bulunması, bitkilerin tozlaşması, güneşin bizzat ısı ve ışık kaynağı olması, yerkürenin, üzerinde canlıların yaşamasına elverişli bulunması, uzayın genişlemesi, dağların ağırlık merkezi olup yerküreyi sarsılmaktan koruması, denizde tatlı su ile tuzlu su arasına bir engelin konulması, göğe doğru yükseldikçe oksijenin azalması gibi modern bilimin keşfettiği konulara Kur’an’da kısaca veya işaret yoluyla temas edilmesi ilginç i‘câz örnekleri arasında zikredilir (M. Reşîd Rızâ, I, 207-212; Mahmûd Seyyid Şeyhûn, s. 72-88; Ahmed Cemâl el-Ömerî, s. 339; Muhammed Hasan Heyto, s. 157-159). b) İnsanla ilgili ilmî i‘câz. Kur’an’ın, insanın yaratılış safhalarından ferdî ve içtimaî bir varlık olarak ihtiyaç duyduğu bilgilere kadar ilgi alanına giren hemen her konuda verdiği bilgiler ilmî i‘câzın ikinci safhasını oluşturur. İnsanların hem dünyada hem âhirette mutluluğa ermelerini sağlayacak temel bilgileri öğretmesi, hikmeti, hakkı, hayrı, sabrı tavsiye etmesi, adaleti gözetme, iffetli olma, yardımlaşma, güzel söz söyleme, hukuka riayet etme, ebeveynin yanı sıra hısım akraba, yakın ve uzak komşuya, bütün insanlara, hatta hayvanlara karşı iyi davranma gibi iyilikleri emretmesi, körü körüne taklitçilik, zulüm, yalan, hırsızlık, kumar, zina, adam öldürme, faizcilik, ahde vefasızlık, böbürlenme, başkasını küçük görme gibi her türlü kötülüğü yasaklaması bu tür i‘câzın örnekleri arasında kaydedilir (Mahmûd Diyâb, s. 18-25, 30-35, 75-94; Salâh Abdülfettâh el-Hâlidî, s. 276-277; Muhammed Kâmil Abdüssamed, s. 200-229).


6. Sayısal İ‘câz. Bu teori, Kur’an’da yer alan kelimeler arasında sayısal bir uygunluğun bulunduğu ve dengeyi bozacak bir istisnaya rastlanmadığı düşüncesine dayanır. Abdürrezzâk Nevfel tarafından bilgisayarda yapılan çalışmalar sonucunda ileri sürülen bu telakki, sayıların öne çıktığı çağımızda Kur’an’ın da bu noktaya ilişkin bir i‘câzının olması gerektiği görüşünden hareket eder. Yapılan tesbitlere göre Kur’an’da anlam yönünden birbirine zıt olan kelimeler eşit sayıda kullanılmıştır. Meselâ dünya ve âhiret 115’er, şeytan ve melâike 68’er, hayat ve mevt 145’er, sâlihât ve seyyiât 167’şer, nef‘ ve fesad 50’şer defa tekrarlanmıştır. Kur’an’da harfler ve kelimeler arasında bir ölçü mevcut olup 51.899 isim ve fiile yer verilmiş, böylece Arapça kelimelerin üçte birinden fazlası kullanılmıştır. Bu özellikleri taşıyan bir kitap ancak her şeyin kemiyet, keyfiyet ve ölçüsünü bilen Allah’a ait olabilir (el-İʿcâzü’l-ʿadedî li’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, s. 7-25). Reşâd Halîfe tarafından on dokuz sayısına bağlı bir i‘câz teorisi ileri sürülmüşse de bu telakki, Bahâîlik inancını temellendirmeyi amaçlayan bir çalışma olarak değerlendirilmiş ve tutarsızlıkları kanıtlanmıştır (Salâh Abdülfettâh el-Hâlidî, s. 374-375; Altıkulaç, s. 98-105).


7. Sosyolojik Deliller. Kur’an vahyinin tebliğcisi Hz. Muhammed’in okuma yazma bilmediği, doğup büyüdüğü çevrenin de kültür seviyesinin düşük olduğu hususu hem tarihî ve sosyolojik bir gerçek hem de Kur’ânî bir delil konumundadır (el-A‘râf 7/157). Böyle bir kimsenin yukarıda bazı özelliklerine temas edilen bir metni kendiliğinden ortaya koyması aklın kabul etmeyeceği bir şeydir. Kur’an vahyi, okuma yazma ve kayda geçirme imkânlarının çok sınırlı olduğu bir dönemde ve bir coğrafyada ortaya çıkmasına rağmen -diğer ilâhî kitapların aksine- tahrife mâruz kalmayıp aslî hüviyetini korumuş, ayrıca bu husus Mekkî bir sûrede (el-Hicr 15/9) haber verilmek suretiyle asırlar boyu sürecek bir gerçek önceden ortaya konulmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetlerinde İslâm’ın bütün dinlere hâkim olacağı ifade edilmektedir (et-Tevbe 9/33; el-Feth 48/28; es-Saf 61/9). İnsanların çeşitli din ve inanç sistemlerine bağlı bulunduğu on dört asır öncesine ait bu beyanın fiilen gerçekleşmesi ve İslâmiyet’in dünya dinleri içindeki seçkin yerini alması bir başka sosyolojik realitedir.


Son peygamber Hz. Muhammed’e Allah katından indirilip kıyamete kadar bütün insanları yüce yaratıcının buyruklarına uymaya çağıran ve nübüvvetinin en büyük kanıtını teşkil eden Kur’an’ın âlimlerce belirlenen i‘câz türlerinden her birinin dikkate değer tarafları bulunmakla birlikte bunlardan dil ve muhteva üstünlüğünü vurgulayan i‘câz yönlerinin her asırda öne çıktığı, zamanımızda da i‘câz çalışmalarının merkezinde bu hususların yer aldığı görülmektedir. Bunların dışında kalan i‘câz yönlerini dikkate alarak Kur’an’ın ilâhî bir kitap olduğuna inanan değişik milletlere ve zümrelere mensup kişilerin bulunması da mümkündür. Zira insanların akıl yürütme yeteneği, bilgi, kültür, duygu ve düşünceleri farklıdır. Gerçi dinde aslolan inanmaktır. Fakat imanla bâtıl inancı ayırt edebilmek için doğru bilgilere ulaşmak mutlaka gereklidir. Bu sebeple Kur’an’ın her çağda öne çıkan i‘câz yönünün iman ve hidayetle bağlantılı olan bilgileri insanlara sunmasında aranması daha isabetli görünmektedir. Nitekim Kur’an, insanları akıl ve duyu verileriyle uyuşan bilgiler edinmeye ve üretmeye çağırmakta, bu bilgilerin hak ve hidayet çizgisine ulaşmaya yardım edeceğini, fakat tek başına yeterli olmayacağını belirtmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in kişilerde ve toplumlarda en büyük hidayet inkılâbını gerçekleştirmesi, onun i‘câzının hidayete ilişkin bilgileri ve etkileri ihtiva etmesinde aranmalıdır.




Derleme MUSTAFA ALİ UÇAR



Konu ile ilgili daha geniş bilgi edinmek isteyenler kaynakları mutlaka okusunlar.


Konu ile ilgili videolar için bakınız



Sayfa 157....













251 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page